“Yaşam, aldığınız soluklarla değil, soluk kesen anlarla ölçülür.” George Carlin
Jambo! (Svahili dilinde merhaba!)
Ne ile karşılaşacağımı bildiğimi sanıyordum. Afrika’ya ikinci yolculuğumdu ne de olsa Güney Afrika’da kısa bir safari deneyimim vardı ama kıta aynı olsa da, beni çok farklı bir Afrika karşıladı. Bu geziyi hakkını vererek yazabilmek mümkün değil, belki de bu yüzden yazmayı bu kadar erteledim. Kelimeleri doğru seçsem de hissettiklerimi tam olarak aktaramayacağımı baştan bildiriyorum.
Güney Afrika ne kadar çok batılı sömürge ülkelerin etkisinde kalmışsa, Tanzanya da bir o kadar bu etkinin dışında kalmayı başarmış. Afrika ana karasındaki Tanganika ve karaya bir saat uzaklıktaki ada olan Zanzibar’ın birleşerek oluşturduğu Tanzanya, Afrika ve Arap kültürünün harmanlandığı bir ülke.
Dört Zanzibarlı, bir Alman, bir İspanyol ve beş Türk olarak çıktığımız yolculukta ilk durağımız buluşma noktamız olan Darüsselam’dı. Svahili dilini konuşan Zanzibar’lı dostlarımız sayesinde gittiğimiz yerlerde sıradan turistler olarak görülmedik ve çok daha iyi bir iletişim kurma imkanımız oldu. Tanzanya, turistik oteller dışında sokakta, çarşıda, yerel halkın gezdiği mekanlarda turist göremeyeceğiniz ülkelerden. Böyle olunca yerel halkın arasına karışmak, onlarla aynı yerlerde yemek yiyebilmek, turistik olmayan köylerinden geçmek, ülkeyi baştan başa dolaşmak büyük bir ayrıcalıktı ve bunu Zanzibar’lı arkadaşlarımıza borçluyuz.
Tanzanya’nın en önemli sanayi şehri ve başkenti olan Darüsselam gidenlere çok fazla şey vaat etmiyor. Safari öncesi geçireceğimiz tek günde şehri keşfetmek istedik ancak trafik polisine takıldık. Neden mi ? Şehirde trafik ışıklarını kimse umursamadığı için trafiği trafik polisleri yönetmek zorunda ve hiç abartmıyorum hemen her ışıkta yarım saatten uzun süre trafik polisinin bize yol vermesini bekledik. Varış noktamız mesafe olarak 5-10 km iken, süre olarak 1 saate yakındı. Tam bir kaosun hüküm sürdüğü trafikte, ulaşım bir hayli yorucu. Buna karşın Darüsselam hafızamda en güzel zencefil çayını içtiğim yer olarak kalacak.
Tanzanya’nın Arusha şehri safari turlarının başlangıç noktası, Klimanjaro dağının eteklerinde yer alan havaalanına inen uçaklar Tanzanya ve Kenya arasındaki milli parklara turist taşıyorlar. Bir turizm acentası ile gelseydik biz de bu yolu izleyecektik. Ancak amaç sadece safari değil, kültürü tanımak ve halkın arasına karışmak ve bir de maliyet olunca Darüsselam ve Arusha arasında 12 saatlik yolculuğu kiraladığımız bir minibüsle yaptık. 30 km yi bir saatte geçebildiğimiz düşünülürse yollar gerçekten kötüydü. Yol boyunca köylerde sevimli yüzler görsek de halkın yoksulluğu çok derinden hissediliyordu. Elektrik bile olmayan köylerden geçip, kerpiçten yapılma, kapısı olmayan evlerde yaşayan halkın meraklı bakışları ile karşılaştık. Belki alışveriş yaparız diye aracın yavaşladığı her an yanımıza geldiler. Bahçelerinden topladıkları portakalları satmaya çalışırlarken biz de yanımızda getirdiğimiz çikolata ve şekerlemeleri çocuklara dağıttık. Köylerde tavuk görmeye alışkın olan bizler için yol boyunca ortalıkta tavuk göremeyişimiz dikkatimizi çekti, rehberimize sorunca tavukların vahşi hayvanlar tarafından kaçırılması nedeni ile kapalı tutulduklarını öğrendik. Sonunda Arusha’ya vardığımızda saat gece yarısına geliyordu, yollarda en az beş trafik kazası görmüştük, çok yorgunduk ve ertesi gün erkenden çıkılacak bir safari yolculuğumuz vardı.
Safari… Nasıl anlatsam? Nerden başlasam? Yeryüzündeki kayıp cennet sözü buralar için söylenmiş olmalı. Bu coğrafya tümüyle dünyanın hiç bir yerinde göremeyeceğiniz çeşitlilikte bitki örtüsü ve hayvan barındırıyor. Hepsini bir arada görünce bunları yazıya dökmekte kesinlikle yetersiz kalacağım. 3 günde 3 farklı ülkeye gittiğimi düşündüren inanılmaz 3 milli park. Tarengeri, Serengeti & Ngorongoro. Çok farklı coğrafi özelliklere sahip 3 milli park birbirlerinden sadece 50 km civarı mesafelerle ayrılıyor. Bir gün savan iklimiyle çölde giderken, ertesi gün yağmur ormanlarında Amazon’u yaşıyoruz, iklim insana nereye geldim dedirtecek kadar şaşırtıcı. Hayvanların suya ulaşma çabaları her yıl bu coğrafyada inanılmaz bir göçe ev sahipliği ediyor. İzlediğimiz belgesellerdeki yaşam tam da önümüzde. Bir bakıyoruz dişi aslanlar etrafını sardıkları ceylanı avlayıp avlamamaya karar veriyor. Bizler seyrediyoruz, kimimiz ceylan için son derken heyecanla bekliyoruz. Bu takip, hayvanların peşinde geçirdiğimiz kimi zaman 300 km yi bulan yolculuklara sebep oluyor. Yorulmak veya sıkılmak imkansız.
Baktığımız her yerde, her an heyecanlı bir senaryo bizleri bekliyor. Asil hareketleri ile zürafalar önümüzdeki ağaçlardan yaprak yerken, fil aileleri önümüzden ağır hareketlerle geçerken karşımızdalar. Kimi merakla jipe yaklaşıyor, kimi yavrusunu korumak için tedirgin bakışlar atıyor. Derken sabahın erken saatlerinde karşımıza avını yeni yakalamış kanlı aslanlar çıkıveriyor. Peşlerinde çakallar kalanları yemek için bekliyor. Bu nasıl bir hayat yarışı? yaşamak ve ölmek arasında her gün mücadele etmekten daha yorucu ne olabilir? Dünyanın en geçerli yasası burada her gün işliyor ve güçlü olan hayatta kalıyor.
Tarengeti’nin ardından en uzun kara yolculuğunu yaptığımız Serengeti yolundaki rezerv alanda bir Masai köyüne uğruyoruz. Turist karşılamaya alışkın olduklarından hemen geleneksel danslarına başlıyorlar. Kabile reisi, yaşadıkları evleri, kültürlerini, yaşam tarzlarını anlatırken hep bilindik sorular soruyoruz. Neden bu hiçliğin ortasında yaşıyorlar? çok daha konforlu bir yaşamı neden istemiyorlar? Bu çağda suyun, elektriğin olmadığı bir bölgede hiç bir teknolojik alet kullanmadan sadece hayvan besiciliği yaparak yaşayan bu kabile doğanın bir parçası. Diğer memeliler gibi coğrafyaya uyumları mükemmel. Altı ayda bir bulundukları yerden göç edip daha ılıman bölgeye geçiyorlar. Serengeti Milli Parkının içinde yaşamaları tehlikeli olduğu için uçsuz bucaksız Ngorongoro koruma bölgesinde hayvanlarla aynı toprağı paylaşıyorlar. Uzun ince yapıları, kemikli yüz hatları ile kadınlar modern dünyadaki tüm yıldızları kıskandıracak kadar güzeller. Kabile reisinden bir Masai erkeğinin asla beyaz bir kadın ile evlenmediğini öğreniyoruz. Doğu Afrika’da yarı göçebe hayat süren ve Afrika’nın en köklü kabilelerden biri olan Masailer soylarını günümüze kadar başarı ile devam ettirmişler. Sebze yemeyen, hayvan kanı, sütü ve eti ile beslenen bu kabile birbirine çok bağlı büyük bir aile gibi. Bir erkeğin iki üç kadınla evlenebildiği ve yaş farkının çok da dikkate alınmadığı bu kültürde evleri de kadınlar inşa ediyor.
Üç milli park içinde benim için en etkileyici olan Ngorongoro oldu. Dünyada, bu krater gölünün çevrelediği milli parkı görmeyen safari yaptım demesin. Diğer milli parklardan tamamen farklı. 260 kilometrekarelik bir kraterin içine giriyorsunuz. Tepeden bakarken çevresi sis bulutları ile kaplı ve soğuk bir havada ilerlerken kraterin dibine indiğinizde sıcak hava ile karşılaşıyorsunuz. Tuzlu olan gölün çevresinde 25 binden fazla hayvan yaşıyor ve bu yüksek vahşi yaşam konsantrasyonunu görebilmek müthiş bir deneyim. Geniş otlakların olduğu, sulak arazide yırtıcıların burayı neden terketmediği çok belli, kraterin duvarları sayesinde dar bir alanda, besine ulaşmak çok kolay. Dünya mirası listesinde yer alan Ngorongoro kesinlikle nefes kesici.
15 bin km2 alana sahip bir ucu Kenya’da diğer ucu Tanzanya’da olan dünyanın en önemli milli parklarından Serengeti’ye geçelim. Masailerin deyimi ile karanın sonsuza dek devam ettiği yer olan, sonsuz toprak anlamına gelen Serengeti, gerçekten de sonsuzluk hissi ile insanı büyülüyor. Ufuk çizgisini denizde görebilirsiniz ama karada görmek istediğinizde bu şansı yakalayabildiğiniz ender yerlerden biri. 360 derece ufuk çizgisi izlenebiliyor. Bu hiçliğin ortasında nasıl yaşam olabilir ki derken karşımıza ceylanlar çıkıveriyor. O kadar savunmasızlar ki hepsini saklanacak yer olmadığı için uyarmak geliyor içimden. Ovanın aslanların açık büfesi olduğunu düşünüyorum. Park içindeki tüm sulak alanlarda timsahlar ve su aygırları var, buraların gerçek kralı olan aslanlarla da sıklıkla karşılaşıyoruz. Çok yakınlarında olmamıza rağmen bizi tehdit olarak algılamıyorlar, araçtan çıkan motor gürültüsünü de umursadıkları yok. Nedenini sorduğumuzda, bizleri araç içindeyken aracın bir parçası olarak düşündüklerini, ancak araçtan inip iki ayak üzerinde yürürken görürlerse durumun değişeceğini ve av olacağımızı söylüyor. Bir ağacın üzerinde dinlenen leoparı görünce, jiple ağacın altına yanaşıp, başımızı kaldırarak sadece bir kaç metre ötedeki leoparı izliyoruz. Uyku halinde üstümüze düşer mi acaba diye espri yapsak da düşüncesi bile korkutucu aslında. Ovalarda iki gün boyunca zorlu yollarda 400 km kat ediyoruz. Bu süre boyunca araçlardan sadece öğle yemeği için iniyoruz, milli park içinde çitle çevrilmiş alanlar var. Rehberlerimiz yemeği yanlarında getiriyor ve hepimize dağıtıyor, gördüğümüz kadarı ile tavuk değerli bir yemek ve bunu ikram etmek önemli. Biz yemek yerken parkın sakinlerinden olan fareler etrafımızda cirit atıyor. Öyle ki masamızın altında olduklarını farkedince bacaklarımı karnıma çekerek yemeğe devam ediyorum. Rehberimiz yere kırıntı düşürmememiz konusunda bizleri uyarıyor.
Yemekten kalkınca bir iguana ile karşılaşıyorum. Renk değiştirmesini seyretmek çok güzel. Yeniden araçlara dönüp yola çıktığımızda parkın güneyinde bitki örtüsünün giderek değiştiğini görüyoruz ve ormanlık alanlar başlıyor. Serengeti’nin içinde konaklayacak olmamız çok heyecan verici. Gece olduğunda kamp görevlileri bizleri çadırlarımıza yerleştirirken, çadırın önünde bile oturamayacağımız konusunda ciddi şekilde uyarıyor. Sabah ortalık aydınlanana kadar çadırdan çıkmamız kesinlikle yasak. Fillerin ve aslanların kamptan geçiş yapabileceğini, ancak çadırlara zarar vermediklerini söyleyerek acil durumlar için kullanmak üzere telsiz vererek ayrılıyor. Evet tabii ki internet yok burada. Çadırımız gayet rahat, tozlu yolların acısını çadırda duş alarak gideriyoruz. Uyumak istemiyorum, burada olmanın tadını çıkarmam lazım, dışardaki sesleri dinlemek istiyorum ama gözlerimin kapanmasını engelleyemiyorum. Manyetik bir alanda olmadığımız için mi bilemiyorum ama hayatımdaki en güzel uykulardan biri olarak hafızama kazındı. Sabah olduğunda oda arkadaşım bir çok hayvan sesi duyduğunu söyledi ancak ben deliksiz uyuduğum için hiç bir şey duyamamıştım.
Serengeti’nin tamamını görmek imkansız. Her yıl karada yaşanan en büyük göçe sahne olan bu park, dünya üzerinde avlanmaları en zor olan hayvanları temsil eden beş büyük deyimini oluşturan aslan, fil, leopar, bufalo ve gergedanı bir arada görebileceğiniz ender yerlerden. Zanzibar’a geçmeden önce son olarak Afrika’nın simgelerinden olan Bao Bao ağacından bahsetmek istiyorum. Serengeti’de sıklıkla karşılaştığımız bu ağaç hepimizi büyüledi. 3000 yıldır yaşamaya devam etmesi nedeni en yaşlı ağaç cinslerinden biri. Hayat ağacı olarak bilinen ağacın boyu 30 metreye çıkabiliyor. Susuzluk nedeni ile çoğu zaman yapraksız görüntü verdiği için sanki kökleri dışarda gibi görünüyor ve baş aşağı ağacı olarak da biliniyor. Ağaçlara sarılma huyum yüzünden park girişindeki devasa Bao Bao ağacına sarıldığım andaki fotoğrafta pek tabii ki minnacık çıkmışım 🙂
Ve safari macerasını bitirip iç hat uçuşu ile Zanzibar’a geçiyoruz.
Zanzibar için yeryüzündeki cennet diyebilirim. Tropikal bir ada düşünün etrafı bembeyaz kumsallarla çevrili, bereketli topraklarında pirinçten tropikal meyvelere kadar her ürün yetişiyor. Üstelik bu meyveler market raflarında gördüklerimizin iki üç katı büyüklüğünde. Bir örnek vermek gerekirse avokadonun boyutu kavun kadar diyebilirim. Adını ilk defa duyduğumuz meyveleri bir kenara bırakıyorum, hindistan cevizinin tazesinin bu kadar farklı olmasını beklemedim. Beyaz kısmının henüz sertleşmediği zaman toplanan, bol sulu hali bizi bizden aldı. Deniz ürünlerine gelecek olursak Hint okyanusu kıyısındaki adada ahtapottan, kalamara, yengeçten, lezzetli balıklara ve ıstakoza kadar her türlü deniz ürünü bol miktarda var. Ama bir adada olması gerekenden çok daha az balıkçı teknesi ya da kayık var. Gün içinde yaşanan gel-git ler o kadar etkili ki denizin her gün yüzlerce metre çekilmesi balıkçılığı yürüyerek yapmaya imkan sağlıyor. Bu adayı görmek zenginliğin ne kadar göreceli bir kavram olduğunu anlamamı sağladı. Zanzibar halkının parası olmayabilir ama kesinlikle fakir de değiller. Deniz çekildiğinde elinde torba ile yürüyüş yaparak denizden kalamar, karides, ıstakoz toplayıp evine akşam yemeği götüren bir baba, yollarda elini uzatıp toplayıp yiyebileceğin kadar meyve, dünyanın en taze ve lezzetli baharatları, bol güneş ve yağmurla büyüyen çocuklar… Bu coğrafyada bildiğimiz zenginlik kavramı işlemiyor, gerçek anlamda varlıklı olmanın anlamı bu diye düşünüyorum.
Zanzibar’da üç farklı otelde konakladık ve mükemmel bir organizasyonla yapılması gereken tüm aktiviteleri yaptık diyebilirim. Stone Town olarak bilinen şehrin tarihi merkezinde konakladığımız sürede daracık sokaklarında dolaştık, pazarını gezip, baharatlar satın aldık, yerel bir rehberle Arap kültürünün bıraktığı izleri takip ettik, sokak lezzetlerini denedik. Taze şeker kamışını sıkarak, taze zencefil ile karıştırdıkları meyve suyunu içtik, her akşam çok uygun fiyatlara ıstakozdan jumbo karideslere müthiş lezzetler tattık. Yerel halkın bildiği yerlerde öğle yemekleri yedik ve güzel kahveler içtik. Pazar yerinde balıkların bolluğuna bakakaldık.
Zanzibar aslında birden fazla adadan oluşuyor. Bu adalardan biri de geçmişte hapishane olarak kullanılması planlanan ama kolera salgını nedeni ile karantina yeri olarak kullanılan enfes denizi ile meşhur Prison Island. Adanın içinde hem bu eski yapıyı hem de dev kaplumbağaları gördük. Yaşı 200 olan dev kaplumbağalar, tavuskuşları çok güzeldi. Elimize verdikleri yeşilliklerle kaplumbağaları besledik, boyunlarına masaj yapılmasını çok sevdiklerini öğrendim, masaj sırasında gözlerini kapatıp boyunlarını olabildiğince uzatmaya çalışıyorlar, günün birinde dev bir kaplumbağa masaj yapacağım aklıma gelmezdi.
Organizasyonun bir noktasında yunuslarla yüzme imkanı olacağı söylenmişti. Tutsak edilmiş yunuslarla gösteri yapılan yerlere karşı olduğum için bu deneyimin de benzer olduğunu sanmıştım. Meğer burada söylenen özgür yüzen yunuslarla birlikte denizde bir arada olacağımız anlarmış. Sabah saatlerinde hep aynı bölgede oldukları için bir çok tekne yüzme imkanı sağlıyor. Biz değil ama başka bir tekneden bir adam birlikte yüzmek bir yana yunusa dokunma şansı bile buldu. Biz de açık denizin ortasında sığ bir bölgede resiflerin bulunduğu, dibin bembeyaz kumlarla çevrili olduğu bir alanda şnorkelle dalarak müthiş renkli balıkları olağanüstü berrak bir suda izleme şansına sahip olduk.
Zanzibar’daki bazı adalar bir varmış bir yokmuş:). Hani bilgisayar ana ekranlarında doğa resimleri vardır, onlardan biri de masmavi suyun içinde bembeyaz bir adadır, işte böyle bir adaya gitmek bana Zanzibar’da nasip oldu. Teknede ilerlerken Nakupenda Island’a gittiğimiz söylendi ancak gittiğimiz yönde denizden başka hiç bir şey yoktu, ilerledikçe suların çekildiğini ve ortaya bembeyaz parlak kumlar çıktığını gördük, ada gözlerimizin önünde oluştu. Böyle bir doğa olayını gözlemlemek müthiş bir deneyim.
Teknelerde çalışanlar yanlarında bol miktarda taze deniz ürünü ve her çeşit tropikal meyveyi getiriyor. Önce dört sopayı dikerek güzel bir çardak kuruyorlar, sonra enfes ıstakozları, karidesleri, ahtapotları, ızgarada pişirip koca bir tepside önümüze getiriyorlar. Denizden çıkıp tuzlu ellerimizle yer sofrasında müthiş lezzetleri denemeye başlıyoruz. Üzerine çeşit çeşit ismini bile bilmediğim müthiş lezzetli meyve dolu tepsi geliyor. Bütün bunlar iki saat içinde olup biterken oturduğumuz alana yavaş yavaş sular yanaşıyor. Nakupenda batmaya başlıyor, hızlıca toparlanıp tekneye geçerken sular adanın üzerini kaplamaya başlamış bile. Svahili dilinde Nakupenda seni seviyorum demekmiş. Bu adaya daha güzel bir isim bulunamazdı. Çünkü bazen seni seviyorum deyince insanlar da adalar gibi yok olabiliyor 🙂
Stone Town’daki keşiflerimizi bitirip adanın kuzeyinde başka bir otele geçiş yapıyoruz. Burası dev hindistan ağaçları ile kaplı, enfes taze meyve suları ile günün her saati sahilinde eğlenceli animasyonların olduğu tatil köyü havasında çok keyifli bir otel. Kendwa Rock Hotel ismini unutmuyoruz, çünkü tekrar gelecek olsam yine bu oteli seçerim. Notlarında hiç otel tavsiyesi vermiyorsun diyenlere duyurulur.
Gelelim üçüncü ve son otelimiz olan Matemwe mevkiinde kaldığımız Bahari Villas Butik Otele. Hint Okyanusunun önünde bembeyaz kumsalların dibinde mükemmel bir doğa ile çevrili. Bu doğallığa odada karşılaştığımız dev kertenkelelerde dahil.:) Daha önce hiç bu kadar hızlı hareket eden kertenkele görmemiştim. Cibinlikle uyuduğumuzu düşünürseniz yerlere kadar uzanan cibinliğe kolayca tırmanmaları işten bile değil. Bu şekilde uyumanın mümkün olmadığına karar veriyoruz. Gece yarısı bize yardım için gelen otel görevlileri bir kertenkele yerine iki tane bulup odadan atıyorlar. Bir yandan da zararsız olduklarını söyleyerek rahat olmamızı istiyorlar. Ya arkadaş, meyvenin büyüğünü kabul edebiliriz ama bu boyutta kertenkele ile nasıl rahat olalım, üstelik çok da hızlılar. Sonuçta gece uykuya dalabildik. Sabah uyandığımızda gidenler aileleri ile geri dönmüşlerdi, tavanda ve duvarlarda dört kertenkele vardı.:)
Matemwe’nin kilometrelerce uzunluktaki kumsalında yaptığımız yürüyüşler, aniden başlayıp biten yağmurlar, okyanusun yüzlerce metre çekilmesi ile ortaya çıkan yeni manzaralar, çimento kadar ince yapılı bembeyaz bir kum, sabah keçilerini otlatmaya gelen bir çoban, deniz kıyısında pareolarını satmaya çalışan bir Masai’li, bu geziye denk gelen doğum günüm için otel çalışanlarının kısıtlı imkanlarla yaptıkları harika bir kek, bunu organize eden arkadaşlarım, kucağımda grubumuzun 14 aylık üyesi Meryem ve birlikte üflediğimiz doğum günü mumları. Sanırım dilek tutmak yerine sadece şükretmiştim.
Zanzibar cennet olduğu kadar yüzyıllar boyunca acılar içinde yaşamış bir ada. Umman sultanlığının yönetiminde kaldığı süre boyunca köle ticaretinin ana limanı olarak işletilmiş, Afrika’nın derinliklerinden koparılıp gelen binlerce Afrikalı yerlinin acısını görmüş bir ada. Kölelerin Avrupa’ya sevkedilmeden önce tutuldukları eski köle pazarı, önce bir kiliseye çevrilmiş şimdi ise aynı zamanda bir müze, içeride dolaştıkça, zincire vuruldukları odaları görüp, o zincirlere dokundukça ağlamamak mümkün değil. Çocukların anne babalarından ayrıldıkları noktada, işe yaramayacak olmaları nedeni ile hediye edildikleri veya hemen öldürüldükleri bir vahşetten bahsediyoruz.
Rehberimizin anlattığına göre kölelerin insan olarak kabul edilmedikleri, hayvanlardan bile sonra geldikleri bilgisi veriliyor. Afrika’nın derinliklerinde barış içinde yaşadıkları köylerinden zorla toplanıp zincirlenerek, günlerce aç susuz yürütülüp, yollarda hastalananların hayvanlara yem olarak bırakıldığı insanlardan bahsediyoruz. Müzedeki fotoğraflardan Ummanlı Arap tüccarların köle ticaretinde başı çektiğini görüyoruz. Britanyalı köle tacirlerine Afrika’dan insan toplayan Zanzibarlı bu tüccarlar zamanla çok zengin olmuş, Zanzibar limanı ise köleler için geri dönüşü olmayan yola çıktıkları son durak. Bu nedenle çoğu Afrika ülkesi gibi acılarla dolu bir geçmişe sahip. Müzede gördüklerim arasında 6 yaşında bir köle olan Cypriani Asmani beni özellikle etkiledi. Bu küçük köle kaçmaya çalıştığı için cezalandırmak üzere yaklaşık 15 kilo ağırlığındaki bir kütüğü zincirle ayağına bağlıyorlar. Ve küçük çocuk kütükle yürüyemediği için bir yıldan uzun bir süre kütüğü kafasının üzerinde taşıyor. Ancak bir yılın sonunda 1895 yılında misyonerler tarafından kurtarılıyor.
İki yüzyıl süren köle ticaretinde Afrika’nın içlerinde barış içinde yaşayan küçük kabilelerin çoğunluğuna ulaşılmış. Bu zulümden tek kurtulan kabile, savaşçı kimlikleri ile bilinen Masailer. Hayvanlarla olan etkileşimleri, avcılıkları, silah olarak kullandıkları mızrakları, uzun boyları ve kaslı yapıları sayesinde Arap köle tacirleri Masai’lere dokunamamış.
Tanrının bir lütfu olan bu topraklarda yaşayan insanların çok sevdiği bir söz var. “Hakuna Matata” Svahili dilinde “sorun yok, her şey yolunda” anlamına geliyor ve hemen her yerde söyleniyor. Dünyanın en samimi, en sıcak ve en yoksul ülkelerinden birinde sürekli bu deyimi duymak ve yaşam mottolarının bu deyim olması bize de bir şeyler öğretmeli.
Yazımı bitirirken, okuyanların ikiye ayrılacağını düşünüyorum. Gerçekten etkilenip o coğrafyayı görmek isteyenler ve olumsuzluklara takılanlar 🙂 Bob Dylan “Bazı insanlar yağmuru hisseder, diğerleri sadece ıslanır.” demiş. Yağmuru hissedenlerden olmanız dileği ile… Hakuna Matata…