“Hiçbir şeyden asla vazgeçme, vazgeçenler yalnızca kaybedenlerdir.” – Abraham Lincoln
Eğitimin dışında kalan Amerika izlenimlerimi okumak isterseniz aşağı buyrun…
Amerika girmesi zor, çıkması çok kolay bir ülke. İlk defa bir ülkeden ayrılırken bu kadar az güvenlik olduğunu gördüm. Ama girerken pasaport polisi lüzumsuz ( belki de bilerek) bir gerginlik yaratıyor. Ben her zaman olduğu gibi bavulu kontrole sokulanlardan biriydim. Sanki gizli bir el sürekli beni işaret ediyor; ben de sürekli şimdi beni çevirecekler diye düşündükçe Murphy kanunu çalışıyor ve tabii ki ben çevriliyorum.
Adını hiç bir fani Türk’ün tam söyleyemediği Massachusettes eyaletinin nadide kenti Boston için tipik bir Amerikan şehri değildir demişlerdi ama bu kadar İngiliz olmasını da beklemiyordum doğrusu. Anglosakson kültürü Amerika’nın en eski şehirlerinden Boston’ı eğitim kenti olarak dünyaya sunmuş diyebilirim.M.I.T’de öğrenim görmemize rağmen Harvard’dan bahsetmeden geçemem. Burası İngilizler tarafından yapılıp Amerikanın içine oturtulmuş küçük bir İngiliz kasabası gibi. Kurucu John Harvard da İngiliz. Harvard, Amerikaya göç edince şuraya bir okul kurayım da dünya burada okumak için kuyruğa girsin diye düşünmüşmüdür bilmiyorum ama heykelinin ayakkabısına elinizi sürüp istediğinizi dilerseniz, gerçekleşir dediler, biz de bu deneyimi yaşamadan dönmeyelim dedik. Aslında John Harvard’ın şanslı olduğuna inanmak pek de kolay değil, adamcağız henüz 30 yaşında tüberkülozdan ölmüş.
Charles nehrinin şehri ikiye böldüğü Boston, çok da soğuk kışlar yaşamasına rağmen, yemyeşil doğası ve okyanus kıyısında olması ile benim gönlümü kazandı. Amerika’nın eğitim seviyesi en yüksek şehri olan Boston bu ünvanı sonuna kadar hakediyor. Bir arkadaşımız alışveriş merkezindeki siyah kasiyer kızın, kendisinin Türk olduğunu öğrenince ” o kadar Suriyeli mülteciyi ne yapacaksınız ? Hükümetiniz ne yapmaya çalışıyor ? ” sözlerini duyduğunda şehrin entellektüelliğinden emin olduk.
Istakozu çok lezzetli pişiren,insanların yavaş yaşadığı, içinden nehir geçen, bu okyanus şehri bana pek de Amerika’daymışım hissi vermedi, belki de sevmemin en önemli nedeni bu. Zaten insan New York’u görünce Boston için ancak sayfiye yeriymiş tanımını yapabilir.
New York, sonu gelmez uzunluktaki gökdelenlere baktıkça insanı depresyona sokan bir şehir. Kendimi o binalardan birinde çalışırken düşündükçe, kaç yıl değil, kaç gün dayanırım hesabı yaptım. Central Park’ın sadece bir park değil, aynı zamanda bir terapi merkezi olduğu çok açık. Bu şehirde çalışanların sağlıklı kalması çok zor. İş çıkışı bu parka gelip beyzbol oynamak, koşmak, bisiklete binmek, saati bilmem kaç dolar olan psikologtan ucuza geliyordur. Ben bile yorgunluğumu, şişen ayaklarımı dinlendirmek için çıplak ayakla çimlerde yürüyüp bir ağaç altında dinlenerek attım. Çünkü telefonumdaki adımsayar, bir günde iki müze gezmeye çalışan benim iki müzede toplam 15 km yürüdüğümü gösteriyordu. Akşam kapanışta son müzeden adeta kovalanarak uzaklaştırıldım, kapıyı görevlilerle beraber kapattık da diyebilirim :)) ( Museum of Modern Art- MOMA , National History Museum ve Metropolitan ile ilgili eserleri ayrı bir fotoğraf galerisinde topladım, isteyen yazının ekinde müzeleri sanal olarak gezebilir. )
New York’u anlayacağımız şekilde tarif etmeye çalışırsam Beyoğlu’nun tüm İstanbul’a yayılmış hali diyebilirim. Her ırktan insanın karınca misali etrafta koşturduğu, aklınıza gelebilecek her sanatsal aktivitenin, yeniliğin ilk yaşandığı şehir.Gittiğim iki Broadway müzikali de gerek sanat kalitesi, gerekse teknik açıdan dünyanın başka hiç bir yerinde göremeyeceğimiz kalitedeydi. New York’da yaşayabilirmiyim ?
Giden herkes kendine bu soruyu sormuştur, benim cevabım evet. New York bir metropol olduğu için zor bir şehir ama bu anlamda İstanbul’dan farkı yok. Bizler hergün İstanbul’dan şikayet ediyoruz ama yine de buradan ayrılmak sanki hayatı ıskalamak demek. New York’lular da bizim gibi, şehirle aralarında nefretten doğan bir aşk var sanki.
Amerika için yalnızlar ülkesi diyebilirim. Bunu sadece New York’a bakarak söylemem belki yanlış ama ısrarla böyle düşünüyorum. Bireyselliğin tavan yaptığı bu ülke, halkını sonu gelmez bir yarışın içine sokmuş gibi. Bu düzende zayıflara yer yok. Kaldığım süre boyunca kaç evsiz gördüğümü hatırlamıyorum. 24 saat açık eczane marketleri insanlara adeta kendi derdine kendin çare bul şeklinde sonsuz seçenek sunuyor. Malum, bildiğimiz şekilde Amerika’da sosyal güvenlik sistemi yok.
Dünyanın her konuda en iyilerini toplamaya meraklı bu ülkede metroda dinlediğim sokak müzisyenlerinin yeteneğine hayran kaldım. Bu ülkeden tabii ki dünyaca ünlü çok sanatçı çıkar; ne zaman metroyu kullansam her köşeden mükemmel sesler yükseldi.
New York’a gitmişken 9/11 anıtından sözetmemek olmaz. Müzeye ek olarak , yıkılan iki binanın bulunduğu yere iki derin yapı inşa edilmiş. Geçen yıl açılan anıtların, bina temellerinin gerçek boyutunda inşa edildikleri için çok ama çok görkemli olduklarını söyleyebilirim. Kare şeklindeki temellerin bir ucundan diğerine baktığınızda uzaklık nedeni ile karşıdaki insanlar küçücük görünüyor. Çok derin bir havuz ve havuzun ortasındaki deliğe sürekli akan bir suyun verdiği sonsuzluk hissi, içine girenin çıkamayacağı çaresizlik hissiyle birleşiyor. Anıttan gerçekten çok etkilendiğimi söylemeliyim. Anlamı ve büyüklüğü ile bana aciziyet hissi verdi. 5200 aday arasından bu projenin seçilmesine şaşırmamak gerekiyor ve New York’a gelen herkesin görmesi gerekiyor. En az anıt kadar etkilendiğim ise önünde fotoğraf da çektirdiğim 9/11 ağacı. Binaların çok yakınında olmasına ve çok da yanmasına rağmen hayata tutunup, rehabilitasyonla hayata dönen bu ağaca Amerikalılar Survivor Tree adını koymuşlar. Bugün artık müzenin bir parçası olan ağaç insanlığa umut veriyor.
Amerika’da insanın obez olmaması mümkün değil. Söylemekten utanıyorum o yüzden yazayım 🙂 bu ülkeye sadece yemek yemek için bile tekrar gelebilirim. Deniz ürünleri ve et inanılmaz. Sıradan bir süpermarket bile beni raydan çıkarabilir. Ancak maalesef hemen her paketlenmiş üründe mısır şurubu, neredeyse her pişen yemekte krema var.
Son olarak; Amerikalılar, Avrupa’lılara göre çok daha sıcakkanlı ve sosyalleşmeye meraklı diyebilirim. Şansıma hep pozitif ve güleryüzlü insanlarla karşılaştım, buna dönüş yolunda yanımda oturan ve sürekli içki içen Pensilvanya’lı Elaine de dahil. Yol boyunca şarap kadehlerimizi tokuşturup birbirimizi güldürdük. Sarhoşluğun verdiği rahatlıkla erkek kabin görevlisine yaptığı açık saçık esprileri yüzümü kızartsa da, iyi ki benim yanımda oturmuş diyorum. Uzun yolculuk başka türlü çekilmezdi. Trump seçilirse beni ülkenize mülteci kabul edermisiniz diye soran bu Amerikalıyı nasıl olur da sevmem 🙂
Bu sabah beni Afrika boston ve Newyork a görürsünüz getirdiniz Teşekkürler?
?