“Kölelik kaldırılmadı, sadece bütün renkleri kapsayacak biçimde genişletildi.” Charles Bukowski
Gittiğim bir gezi ilgili olarak ilk defa ne yazacağım konusunda sıkıntı yaşıyorum. Normalde sözcükler aklımda uçuşur ve kolayca yazıya dökerim, ama Güney Afrika buna izin vermiyor. Çok farklı bir kültür, farklı bir coğrafya, alışık olmadığımız bakış açıları, zenginliğin ve fakirliğin son noktası, tezatlarla dolu bir ülke ve el değmemiş topraklar… Öncelikle bu seyahati ikiye ayırmak lazım, okul öncesi katılıp 1900 km katettiğimiz tur programı ve tabii ki üniversite. Bir çok şirket gezisi yaptıran,bol bol şarap tadımına götürüp, eğlenceli sunumlarla Güney Afrikayı öğreten, harika hocalarla dolu, gönüllü turizm elçileri gibi çalışanları ile mükemmel bir program sunan Stellenbosch Business School. Sayelerinde bir noktadan sonra insan zaten içgüdüsel olarak Afrikayı nasıl geliştirebilirim diye düşünmeye başlıyor bunun için bir konsorsiyuma gerek kalmıyor.
Bu ülke hakkında söylenecek çok şey var ama önceliği kültür farklılığına vereceğim.Güney Afrika deyince aklımda ilk beliren doğal güzelliği, tarihlerindeki köle ticareti ve yakın zamana kadar siyah beyaz ayrımcılığının devam etmiş olması. Şimdi okuyacaklarınız pek de keyifli şeyler değil.Eğlenceli yazdığımı söyleyenlerin bile fikri değişebilir.
Güney Afrika’da 9 kabile var, her kabilenin ayrı bir dili var,bunların üzerine sonradan uydurulmuş Afrikaan dili ve İngilizceyi de eklersek bu ülkede tam tamına 11 resmi dil konuşuluyor. Örneğin ilk beş gün rehberimiz olan Isaac, Zulu kabilesindendi. Facebookta arkadaşım olan tek Zulu’lu kendisidir 🙂 Kabileler kendi hallerinde yaşarken beyaz adamın gelişi ile kölelik ve endüstri ile tanışıyorlar. İlk başlarda ne kadar saf olduklarını şu örnekle anlatayım. İki yerli Stellenbosch kasabasına geliyorlar ve kölelere yatacak yer, yemek ve giysi verildiğini görüp bu kölelik ne kadar iyiymiş, biz de köle olmak istiyoruz diyorlar. Tabii köleliğin ne olduğunu yaşayınca, vazgeçtik gitmek istiyoruz dedikleri için, kasaba meydanında infaz ediliyorlar. Yazdıklarım 1700 lü yıllarda yaşanıyor, nesiller boyu çile çekildiği için aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen genlerine beyaz adamın kötü olduğu yer etmiş bir kere. Kabileler hep birlikte yaşamayı tercih ediyor ve her kabile kendi içine kapalı yaşıyor. Çoğunluğu aç ve eşi benzeri görülmemiş bir sefalet içinde. Bir yandan da gençlerin hepsinde cep telefonu var ve iyi giyinmek istiyorlar.Artık dış dünya ile tanışmışlar bir kere, geri dönüş yok, kültürleri ile modern dünya arasına sıkışmış gibiler. Ve acı gerçek aslında hiç değişmemiş. Bu insanlar eskiden beyaz adamın köleleriymiş şimdi de sistemin kölesi olarak hayatta kalma savaşı veriyorlar. Yaşadıkları yerler Capetown’ın dışında, izole edilmiş, su yok, kanalizasyon yok, hiv pozitif oranı çok yüksek, suç oranı ve işsizlik çok yüksek. Ziyaret ettiğimiz 43 km karelik bir alanı kaplayan Khayelitsha bölgesinde suç oranı o denli yüksekti ki cebimizden telefonlarımızı çıkarıp fotoğraf çekemedik.
Ben kimse bu şekilde yaşamayı haketmiyor derken, üniversitedeki danışman ” bak sana bir sır vereyim, üzülme çünkü bu insanlar burada bu şekilde birlikte yaşamayı şehirde yaşamaya tercih ediyor, şehre giden bir çok Khayelitsha’li yapamayıp buraya geri dönüyor. Burada çok büyük bir aile gibi yaşıyorlar. Kim ne kazanırsa bölüşüyorlar” dedi. Belki de doğrudur, şehirde yalnızlık hisseden ve kimseden yardım göremeyenler buraya geri dönüyorlardır.
Bir turist olarak Güney Afrikaya gittiğinizde asla göremeyeceğiniz bir yer Khayelitsha. Biz, üniversitenin buradaki girişimciliği destekleyen çalışması sayesinde görebildik.Gelir eşitsizliğinin bu kadar fazla olduğu bir ülke görmedim.
Neden mi böyle diyorum. Çünkü bu durumun bir de tam tersi var. Ülkenin Hollanda sömürgesine girdiği dönemde gelip yerleşen kilometrelerce uzunluktaki üzüm bağlarının sahibi Hollandalı aileler, çiftlikleri ve zenginlikleri. İnsan bu zenginliğe biraz sinirlenmiyor değil. Bu bağlardan biri de okulun şarap tadımına götürüp aynı zamanda müzesini de gezdiğimiz Van De Kaap bağlarıydı. Van De Kaap ailesi 1700’lü yıllarda 200’e yakın köleye sahip olmuş bir aile. Zenginlikleri köleler sayesinde olmuş.
Yukarıda gördüğünüz resimde ailenin fertleri ve sahip oldukları kölelerin isimleri yazıyor. Ama bazı kölelerin isimleri bile yok. İsmi olanların soyadı mutlaka sahiplerinin soyadı ile aynı. Bu kölelerden biri de Philida Van De Kaap. Sahibi, sürekli tecavüze uğrayan Philida’yı dört çocuğu ile özgür bırakacağını söylüyor ama sonra inkar edip onu başka bir çiftçiye satıyor.Bu öykü, bir film senaryosu değil, yaşanan acılardan sadece biri ve gerçeğin ta kendisi.
Günümüzde el değiştirip ismi Solms Delta olan çiftliğin üçte biri uluslararası üne sahip sinirbilimci Mark Solms’a ait, üçte biri ise güvene dayalı bir şekilde siyah çiftlik çalışanlarına kalıyor. Burası geçmişin izlerini örtmek yerine tüm adaletsizliği ve ayıbı gözler önüne seriyor. Bu nedenle yolunuz Cape Town’a düşerse mutlaka burayı ziyaret etmenizi öneririm. Onların felsefesi duvara yapışmış yorgun bir misyon değil, yaşayan ve çalışan herkes tarafından paylaşılan bir görev.
Gitmeden önce Capetown’nın dünyanın en tehlikeli şehirleri arasında olduğunu söylemişlerdi. Bu kadar açıklamadan sonra siz de sebebini artık tahmin ediyorsunuz sanırım.! Nüfusun sadece % 8 ‘i olan beyazların evleri sayısız kilit, kamera ve alarmla donatılmış, kapılarda silahla karşılık verilir uyarıları yazılı. Hem azınlık olarak yaşayan hem de arazi ve paranın sahibi olan beyazlar için Capetownda yaşamak, belirli bölgelerde yaşamak anlamına geliyor. Bu durumu beyazlara sorduğumuzda sadece güvenlik için diyorlar ama daha fazlası var. Ayrımcı ( apartheid ) hükümet ülkeye bir dönem çok büyük kötülük etmiş. 2002 ye kadar iktidarda oldukları yıllar boyunca yolları bile 3 e bölmüşler. Beyazların, renklilerin ve siyahların yolu. Bir siyah postanede bile kendinden sonra gelen beyaza yerini vermek zorundaymış. Bahsettiğim 50-60 yıl öncesi değil 15-20 yıl öncesi sadece. Kültürlerindeki bu farklılık bizim asla anlayamayacağımız bir durum. Hala birbirlerinden bahsederken beyazlar, renkliler, siyahlar şeklinde ayrım yaparak konuşuyorlar.
İçinizi bu kadar kararttığım yeter 🙂 Gerçekleri önden verdim çünkü bu ülke hakkındaki düşüncelerinizin son okuyacaklarınız olmasını tercih ederim.Mesela bedeninizin başka yerde, ruhunuzun başka bir yerde olduğu oldu mu ? Türkiye’ye döndükten sonra benim tam olarak hissettiğim buydu. Güney Afrika başka hiç bir yerde olmayan bir coğrafyaya ve güzelliğe sahip. Araba ile yolda giderken birdenbire fil görmek ya da babunların yolu kesmesi olağan sayılan bir durum.
5 günlük tur programına başlarken yaşadığımız en büyük heyecanın bunlar olduğunu sanıyorduk. Meğer turun tamamı macera üzerine kuruluymuş. Attığımız her adımda ‘at your own risk ‘ ( riski size ait ) diyen yazıları imzaladık. İlk ve en basit aktivite olan kano ile nehirde dolaşmak bile yeterince gerginlik vericiydi. İki kişi, her an devrilecekmiş gibi olan kanonun içinde sakin sakin ilerlerken birdenbire aklıma buranın Riva olmadığı geldi. Afrikanın güneyinde bir nehirdeydik ve yılan dahil her türlü hayvanın karşımıza çıkması mümkündü. Su karanlıktı ve etrafta hiçbir şey yoktu. Biraz panik olsaydık kanonun devrilmesi o kadar kolaydı ki bir an önce geri dönmek istedim.Suya düşüp ıslanırız korkusu ile yanımıza telefonlarımızı almadığımız için komik hallerimizin fotoğrafı da yok.
Akşam yemeğini Sedgefield- Myoli Beach okyanus sahilinde bir hostelin bahçesine kurulu kumlar içinde derme çatma bir lokantada yedik. Ateşi yakıp yemeği pot dedikleri çömleklerde yaptılar, rehberin yerken parmaklarınızı yalayacaksınız, çok lezzetli sözüne inanarak uzun süre bekledikten sonra önümüze Türkiyede hasta yemeği dediğimiz tatsız tuzsuz sebzeli sulu bir tavuk yemeği ( içinde baharat ve tuz hiç yoktu ) ve buharda haşlanmış pirinç geldi. Rehber, Türkiyede her dakika yapılan sıradan bir yemeği o kadar övmüştü ki şaşırdık. Onların gözünde sulu bir kap yemeğin çok önemli olduğunu düşündüm.
Ve Beach Villa…. Konakladığımız yerin adını özellikle veriyorum ki Wilderness denen bu mevkiiye giderseniz mutlaka kalınması gereken yer burası. Sahipleri Hollanda kökenli Leone ve Deon kendi evlerini bir konuk evine çevirmişler.
Muhteşem bir okyanus manzarasına sahip evlerinde alışık olduğumuz Türk misafirperverliğini birebir yaşıyoruz. Bize içmemiz için bir şişe şarap hediye ediyorlar. Evin güzelliği bizi zaten sarhoş etmiş durumda. Sabah erkenden kalkalım ve gün doğumunu kaçırmayalım diye sözleşiyoruz. Ama uyumak da istemiyoruz, ayın aydınlattığı okyanustan gözümüzü alamıyoruz. Deon bize sabahları yunusları görebileceğimizi söylüyor, her zaman buradalarmış. Balinalar da açıkta görülebilir diyor, evinde kocaman bir de dürbün var.
Sabah Hint Okyanusu sahilinde yürürken anlıyorum ki, iç denizlerin kıyılarında yaşamakla okyanus kıyısında yaşamak arasında dağlar kadar fark var. Okyanus bizimle konuşuyor, bunun başka açıklaması olamaz. Çıkan sesler, uçsuz bucaksız kıyı boyunca yankılanıyor, sadece dalga sesi diyemem, rüzgar olsa da olmasa da sürekli bir uğultu var ve bu ses insana huzur veriyor.
Bu sahilde sadece bir gece konaklamış olmamıza çok üzülüyorum. Leone ve Deon, evden ayrılırken de kapıya kadar geçirip bizi yolcu ediyorlar ve tekrar beklediklerini söylüyorlar. Gerçek bir evsahipliği sergilediler ve zamanımız olsaydı onlarla daha fazla vakit geçirmek isterdim. Burada kalarak konaklama konusunda çıtanın çok yükseldiğini düşünüp bundan sonraki duraklar için beklentimizi düşürüyoruz
Turun 2. günündeki maceralardan biri de Bungee Jumpingti. (kısaca Bungy diyorlar artık) Bu konuda dünyanın en yüksek atlama noktası 216 metre yüksekliği ile Bloukrans köprüsü .
Tabii ki atlamadım. Temel felsefe korkularınla yüzleşmek. Düşündüm de korkum ve ben birlikte yaşamaya karar verdik 🙂 Atlayacakların korku dolu heyecanlı bekleyişleri, beklerken yaşadıkları gerilim bana ne gerek var yahu dedirtti. Gruptaki Mısırlı kızların ikisi atlayınca Amerikalılar bu meydan okumayı görmez mi ? Zaten tur boyunca iki Amerikalı aksiyon sayılabilecek ne varsa yaptılar. Ve yazının sonuna doğru okuyacaksınız sonuncusunda bizi de bayağı korkuttular.
Sonraki durağımız Tsitsikamma Park. Park deyince aklınıza bildiğimiz parklar gelmesin. El değmemiş ve son derece vahşi bir doğal ortamdan bahsediyorum. Burada 2000 yılından beri dünyada ilk kez görülen 33 yeni tür keşfedilmiş.
Yılan uyarısı ile çok derinlere dalmadan yarım saat yürüyüp Storm River ile denizin kesiştiği noktaya yapılan ve ismi Suspension Bridge olarak bilinen noktaya gidiyoruz.
Kanyondan gelen suyun denizle birleştiği bu noktada asma köprülerde yürüyerek parkı denizden seyrettikten sonra yorgunluktan erkenden dinlenmeye çekiliyoruz. Bu seferki lokasyon Jefferson Bay ‘de On the Beach isimli bir guest house. Ancak bu seferki zamanla otel sayılabilecek kadar büyümüş.Çok açız ama ıssız bir sahil kasabasında gece yemek için dışarı çıkmak yerine Xhosa kabilesinden otel görevlisi gence rica minnet pizza siparişi verdiriyoruz. Gelen pizzalar çok lezzetli, doyduktan sonra hemen uyumamız gerek. Çünkü sabah 6 da yola çıkıyoruz.Yine okyanusun hemen önündeyiz ve dalgaların sesi ile uykuya dalıyoruz.
Güneş ortaya çıkmadan yollardayız. Addo National Park’ta hayvanları görmek istiyorsak çok erken saatte orada olmalıyız. Arslanlar gece avlandıkları için bizim de erkenden orada olmamız gerekiyor. Rehberimiz arslanları görmek için çok büyük beklentimiz olmaması konusunda bizi uyarıyor. Havalar tam ısınmadığı için arslanların avlanmak için henüz sulak alanlara yaklaşmalarına gerek yokmuş.
Hayvanları doğal ortamında görmek müthiş bir duygu. Daha önce sadece hayvanat bahçelerinde üzgün ve bıkkın gördüğümüz hayvanlar burada ortamın gerçek sahipleri. Ve bizler çok dikkatliyiz. Fillerin ne kadar akıllı oldukları ve hafızalarının ne kadar güçlü olduğu bilinen bir gerçek. Rehberimiz onları kızdırırsak kulaklarını sallamaya başlayacaklarını ve fillerin asla uyarıda bulunmadan saldırmadıklarını anlattı. Geçtiğimiz yıl bu uyarıyı anlamayan bir ailenin jipinin ön tarafını ayakları ile ezmişler. 6 tonluk cüsseleriyle çok heybetli ve akil görünüyorlar.
Wildirness’da kalacağımız yer konusunda çıta çok yükselmişti ama Buffelsdrift’i görünce gözlerimize inanamıyoruz çünkü görülecek bina benzeri hiç birşey yok.Kalacağımız çadır yer tam anlamı ile vahşi bir parkın içinde. Önümüzdeki gölde hipopotamlar var ve bağırıyorlar, antiloplar sürekli geziyorlar ve bufolalarla aramızda sadece bir çit var. Ve yönetimden küçük bir not.Gece hayvan seslerinden rahatsız olursanız kulaklıklarınızı takın, bir de çadırınıza kadar gelebilecek grey gnoose denen hayvanlara yemek vermeyin. Çok az varolan internetle grey gnoose denen hayvanın ne olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz. Sonuçta anlıyoruz ki bu hayvan gelincikmiş ve etçil olup saldırgan bir kemirgen. Anlıyoruz ki Güney Afrika’da vahşi hayvan anlayışı biraz farklı 🙂
Çadır dediysem bildiğimiz çadırlar gibi değil, son derece lüks ve içinde her türlü ihtiyaç düşünülmüş. Çadırla yemek yiyeceğimiz ana mekan arasında 400 metre var ve karanlıkta bu yolu yürümek zorundayız. Etrafımızda antilopların karanlıkta parlayan gözleri var. Onlar ne kadar ürkekse biz de onlar kadar ürkeğiz. Yolda minik golf arabalarından birine rastlayıp kalan metreleri yürümüyoruz.
Akşam hipopotamların ve envai çeşit vahşi hayvan sesleri arasında çadırımızın önündeki şezlonglarda battaniyelerimize sarınmış yatarken samanyolunun muhteşemliğini seyretmek istedik. Ama pek de öyle olmadı, ben banyoda koca bir tabak büyüklüğünde örümcekle karşılaşıyorum. Büyüklüğüne rağmen o kadar hızlı hareket ediyor ki uzunca bir süre kıpırdayamıyorum. Resepsiyonu arayarak acilen birinin gelmesini istiyoruz. Telefondaki genç gayet sakin bir sesle “ merak etmeyin burada bu cinsten çok var, zararsızdır” diyerek bizi başından savmaya çalışıyor ama yalvarmalarımıza dayanamıyor ve. elinde şeffaf bir kutu ile geliyor, nazik bir şekilde örümceği kutuya koyarak “küçük boylardan biriymiş “derken ve biz dehşet içinde bakarken bizimle eğleniyor aslında 🙂
Sabaha kadar uyumamak niyetindeyiz ama uykuya yeniliyoruz ve güneşin doğuşunu kaçırmamak üzere erkenden kalkmak üzere sözleşiyoruz.
İşte uyandığımızda gördüğümüz manzara tam olarak da buydu. Birazdan bir hipopotam sakin suyu yararak gölün ortalarına doğru ilerleyecek. Hippopotamların dünyanın en tehlikeli ikinci hayvanı olduğunu söylemişmiydim ? Otçul olmalarına rağmen güçlü çeneleri ile insanların belini rahatça kırabilirler. Gölde yüzen hipo ile aramızda 300 metre uzaklık var, Çadırlara yaklaşsalar bile yükseklik olduğu için tırmanamazlar dendiği için rahat hissetmemiz gerekiyor 🙂
Sabahın ilk ışıkları ile fillerle yürüyüş yapmaya gidiyoruz. Konakladığımız göl kenarının karşı kıyısındalar. Tabii ki eğitimliler ve iki erkek ve bir dişi olan genç filler çok güzeller. Birini beslerken büyük meyvaları pespembe dilinin üzerine koyuyorum. İsteseler beni hortumları ile kaldırıp uzağa fırlatabilirler. Ama ne kadar da sakin ve akıllı görünüyorlar. İçimizden birinin dokunmak istemediğini hissedince ona yaklaşmıyorlar bile . Ama beni hortumlarıyla sarmalamaktan vazgeçmiyorlar 🙂 hisleri gerçekten de çok kuvvetli.
Fillere veda edip Güney Afrika’da ilk çağ dönemi insanlarının da yaşadığı bir mağaraya yol alıyoruz. Devasa ana galeride gezip döneceğimizi sanıyoruz ama bir macera turuna katıldığımızı hatırlamamız gerekiyor. Mağaranın derinliklerinde bir yolculuğa çıkıyoruz.
Böyle herşey yolunda işareti vermişim ya, aslında hiçbir şey yolunda değil ! Aralarında 40 santim olan karşılıklı iki duvar düşünün bu iki duvarın arasından yüzünüz neredeyse duvara yapışık 5 metre yürüyorsunuz, geçtikten sonra rehberin sesi duyuluyor, “geçen yıl bir kadın burada 11 saat sıkışıp kalmıştı siz kalmadınız, aferin ! “( kadın daha sonra bütün vücuduna kas gevşetici iğneler yapılarak kurtarılmış) Sonra 6 metre uzunluğunda dar bir şömine düşünün, sağa sola kıvrılarak kendinizi yukarı çekmeniz gerek, daha bitmedi, bunların üstüne 3,5 metre yerde sürünerek ilerliyorsunuz çünkü üzerinizdeki duvarın yere uzaklığı sadece 40 cm civarında ve yarım metre enindeki bir delikten dışarı çıkmaya çalışacaksınız ! Klostrofobinin dibine vurmak diye buna denir. Aşağıdaki fotoğraf daha yolun yarısında mağaranın rahat bir noktasında çekildi. Bir yerlerde bir kopma noktası oluyor ve insan kendine soruyor, ” 13 bin km öteden gelip de insan Güney Afrikanın ortasında bir yerde bir mağarada sıkışıp kalır mı ? Yok tabii ki kalmaz ! Kalamaz ! ”
Başlangıçta herşey çok güzeldi. Rehberimiz mağaranın girişinde bilgiler veriyor ve ben dayanamayıp soruyorum. Ne çeşit hayvanlar burada ;? Görevli sakin sakin “Yarasa başta olmak üzere yılan ve örümcekler var, ama merak etmeyin ışıkla aydınlatınca karanlık taraflara kaçarlar “ Böylece çok rahatlamamız gerekiyor anlaşılan. Bendeniz girilen her dehlizde çıkılan her oyukta en öndeydim. Her karanlık deliğe elini bacağını ilk sokan bendim. Tabii ki bunu en cesaretli olduğum için değil, bir an önce kendimi dışarı atmak için yaptım. Ama iki saat boyunca mağaranın içinde yaşadığımız en korkunç olay bu değildi. Aksiyonu seven Amerikalı kızlarımızdan biraz toplu olanı bu maceraya hiç girmemeliydi aslında. Mezar tabir edilen ve yüksekliği zaman zaman sadece 25 santimetre olan bir delikte sürünerek ilerlemek sonra da reborn ( yeniden doğuş ) adı verilen bu delikten başaşağı sarkarak çıkmak zorundaydık. Tam o sırada yaşanabilecek en kötü şey yaşandı ve kız delikte sıkıştı. Ne ileri ne de geri kıpırdayabiliyordu. Önce hepimiz bunu bir şaka zannettik. Ama rehber kıza ne derse desin milim kıpırdama sağlayamadı. Ve insan etinin ne kadar esnek olabileceğini o zaman gördüm. Rehber kızın kollarını ve omuzlarını sürterek taşların arasından çekerek çıkardı ve hepimiz derin bir nefes aldık. Aşağıda, bir kşiyi reborn deliğinden çıkarken görüyorsunuz. Bu fotoğrafı ben çektim maalesef ilk çıkan ben olduğum için bir fotoğrafım yok.
Güney Afrika’da yapamadıklarım da var. Yılın 365 gününden benim geldiğim tarihte Cape Town maratonu varmış ve benim bundan haberim bile yok. Maalesef bir pazar sabahı koşanları görünce saçımı başımı yolmak istedim. Olasılık o kadar düşüktü ki tarihleri kontrol etmeye gerek bile duymamıştım,Bir diğer üzüldüğüm konu Nelson Mandela’nın uzun yıllar hapis tutulduğu Robben adasını ve müzeyi görememek oldu. Aslında iyi planlama yapmıştık ancak gitmek istediğimiz cumartesi günü ulusal bayramlarıydı ve feribotlar çalışmıyordu. Bunları yapamasam da okyanusa açılma hayalim gerçek oldu. Nasıl mı ?
Gürkan Genç sayesinde. Yaklaşık 5 yıldır dünyayı bisikleti ile gezen ve binlerce takipçisi olan kaşifimizle yolumuz Capetown’da kesişti.Her beyaz yakalı gibi ben de dünya gezisinin takipçilerinden biriydim. Bütün Afrika’yı katederek kıtanın dibine vardığı tarihte biz de oradaydık. Bisikletiyle dünyayı gezen, gezerken de başarılı kız sporcularımıza burs sağlayan Gürkan herkesin örnek alması gereken bir sporcu ve gezgin. Kısa bir yazışmadan sonra bir yemekte buluştuk. Özellikle yazmadıklarını anlatmasını istedim, sağolsun büyük bir alçakgönüllülükle anlattı. Ertesi gün sayesinde harika bir katamaran turuna katıldık ve Capetown’ı okyanustan izleme imkanı bulduk. Rüzgara karşı sessizce süzülürken deniz aslanları ve harika Bob Marley müziğimiz da vardı. Masa dağı ve Capetown Waterfront bölgesini denizden seyretmek harikaydı.Bir gün olur da onunla pedallamaya kalkarsam sadece makarna ve müsli yiyeceğime söz veriyorum 🙂 Kendisine bize zaman ayırdığı için özellikle teşekkür etmek istiyorum. Yolu açık olsun.
Bir diğer özel teşekkürüm de Stellenbosch konsorsiyumuna birlikte katıldığımız sınıf arkadaşım Arzu için.Bir kez daha aynı geziye gitsem yanımda yine kendisinin olmasını isterim. Attığımız her adımda, yaşadığımız her olayda istisnasız uyum içindeydik ve detaylı programlaması sayesinde Güney Afrika unutulmaz bir anıya dönüştü.
Gelelim bu gezinin en önemli fotoğrafına.!
Gittiğimiz bir lokantada çektiğim bu fotoğrafta biri beyaz diğeri siyah iki hanım dakikalarca birbirlerine sarılarak elele durdular. Kimbilir geçmişte neler yaşadılar, neler paylaştılar ! Güney Afrika halkı yaşanan acıları silmeye çalışıyor. Ne kadar unutulur bilinmez ama ülkelerini el ele vererek büyütmek ve birbirlerine dayanmaktan başka çareleri yok. Dün olduğu gibi bugün de her sorunun çözümü karşılıklı anlayış ve sevgi .
Bu yazıya başlarken kelimelerin yetersiz kalacağını düşünmüştüm hala da böyle düşünüyorum…
Didem- Ekim 2016
“Bazı anıları unutmak iyidir..Bazı anılar da sahip olduğumuz herşeydir.” -Endgame
Canim tekrardan gecmis olsun diyerek sanki hic okumamis gibi yeniden okudum ve yeniden bayildim????
Sağol, tekrar bu hale getirmek için çok uğraştım 🙁