“Ağaçlar, toprağın gökyüzüne yazdığı şiirlerdir.”
-Halil Cibran
Bir çok gezgin Likya Yolunu yürürken deneyimlerini kaleme almış, internette araştırıldığında yol gösterecek çok sayıda blog var. O yüzden “bu patikadan girdik, sağa döndük, sonra şuraya çıktık” gibi adres tarifi yapanlardan olmayacağım. Her zamanki gibi gezinin ben de yarattıklarını ve gelmek isteyenlere neler hissettirebileceğini yazacağım. Zaten istesem de çoğu detayı layıkı ile aktaramam. Saatlerce yürüdükten sonra karşımıza bir anda çıkıveren muhteşem bir deniz manzarasını veya bir kuşun ormanın derinliklerinden gelen eşsiz sesini size nasıl aktarabilirim? Ya da ormanın güneş alan bölgelerindeki yeşili ile, derinliklerindeki yeşilinin ton farkını nasıl gösterebilirim? Likya’ nın 6 şehrini birbirine bağlayan antik yollarında insan yapısı olan tek şeyin üzerinde yürüdüğümüz patika olduğunu bilmek ve o dönemde yaşadığımızı düşünerek kurduğumuz hayali de layıkı ile anlatamam. (Gerçi bu hayal, Efe’nin yeşilliklerden geçerken Hobbit diyarında olduğumuz , orman yangınının olduğu bir bölgeden geçerken de orglara yaklaştığımızı söylemesi ile biraz sulandı 🙂 )
Başlangıçta büyük şehirden gelenler olarak çenemizi kapalı tutarak yürümek konusunda epey zorlandık. İlk günün referanduma denk gelmesi yüzünden rehberimiz tarafından susmamız konusunda sıklıkla uyarıldık. Zaten ilk gün hangi taşa nasıl basacağımız konusunda da acemiydik. Eğer senkronu sağlayamazsanız taşlar arasında dengenizi kaybedip düşmeniz işten bile değil. Yolculuğun ancak üçüncü gününde bu konuda ilerleme sağlayabildik ! Aslında bu gezinin hak ettiği kelime “ zor. “ Ben ki spor yapan, kondisyonu olan biri olmakla övünürüm, geceleri ağrı kesici alarak uyudum. Sadece yürüyor olsaydık zorluk demek doğru olmazdı. Kayaların ve taşların arasında sürekli tırmanmak veya iniş yapmak ve bunu sırtınızda min. 15 kg çanta ile yapmak, tabii bir de konforsuz konaklama koşullarını eklersem nedeni daha iyi anlaşılır. Likya yolu rahatlığından vazgeçemeyenlerin seçebileceği bir tatil değil. Bu yürüyüşü hakkıyla yapmamız için bırakın küçük otelleri aslında çadırda kalmamız gerekiyordu ancak daha önce deneyimimiz olmadığı için cesaret edemedik.Yine de zorluklarına rağmen harika bir deneyim yaşadık. Çünkü ne demişler “Hayat, konfor alanınınızın bittiği yerde başlar.”!
Bu sözlerin sahibi yazar Neal Donald Walsch tam da Likya yolu için geçerli bir cümle sarfetmiş. Alınca Köyünde karşıma sözleri çıkınca ilahi işareti görmezden gelemedim ve muhteşem deniz manzarasında bir fotoğrafını çektim. Çok sayıda gezginden kalan bir çok kitap sayesinde bu küçük kafede bir kütüphane oluşmuş. Kahvenin adı Catchy ve ismi Likya yolu ile özdeşleşen keçilere çok uygun, ayrıca yabancıların da telaffuz edebileceği kolay bir isim. Zaten zaman zaman ben de dağlarda keçilerle birlikte yürürken “keçilerden bir farkımız yok” diye düşünmüştüm. Sadece daha yavaşız :))
Likya yolu 17 yıldır var olan ve 540 km uzunluğunda bir yürüyüş rotası.Burada yürümek uzun süredir hayalimdi. Rotanın 29 bölümü var ve hepsini bitirmek 30-33 gün sürüyor. En önemli özelliği, doğal güzellikler içinde yürürken karşınıza çıkan Likya, Yunan ve Roma medeniyetlerine ait çok sayıda kalıntıyı da görme şansına sahip olmak. Küçük patikalar M.Ö 350’li yıllarda yaşayan insanların kullandığı yollar.Likya Yolu, eski medeniyetleri, onları yaşayanların gördüğü gibi görme ve yollarını da o zamanlardaki gibi kullanma fırsatı veriyor. Rota ilk kez İngiliz Kate Clow tarafından keşfedilmiş. Çalışma hayatının bir bölümü Türkiyede geçen Clow Antalya’ya taşındığında, Türkiye’ nin antik medeniyet merkezlerini bağlayan ağları oluşturan eski yolları keşfediyor ve gerisi dünyaca ünlü bir yürüyüş rotası oluncaya kadar çorap söküğü gibi geliyor. Bir hayli yaşlansa da hala Antalya da yaşayan Türkiye aşığı bu hanımın yıllarca bürokratik engeller ve giderek bozulan bölge yapısı yüzünden bir hayli agresif olduğu söyleniyor. Yazdığı Likya Yolu kitabı bu rota için vazgeçilmez bir kaynak, gitmek isteyenlerin mutlaka elde etmesi gerekiyor. Likya Birliği o kadar önemli bir medeniyet ki Montesquieu tarafından “tarihin bilinen en mükemmel cumhuriyet yönetimi “olarak değerlendirilmiş ve Likya’nın 6 şehir ( eyalet ) den oluşan yönetim şekli ABD Anayasasının oluşumunda örnek alınmış.Gündemdeki eyalet sistemi tartışmalarının Likya birliğine varması ve referandum günü buraya gelmiş olmamız da ayrı bir ironik durum tabii !…
Biz çok popüler bir rota olan Kaş- Fethiye arasını yürüdük. Olimpos’tan başlayarak Kaş- Limanağzı ile devam edip Alınca köyü üzerinden Kabak koyuna indik, Kınık- Patara ovasını takip edip Delikkemer’i ve Patara’yı gördükten sonra Alınca ve Faralya köyleri ile devam edip Kelebekler Vadisine vardık ve Kayaköy Antik kentinden Ölüdenize inerek yürüyüşü tamamladık.İkinci gün, Musa dağını aşıp Adrasan’dan tekrar Olimpos’a indiğimizde, toplam 16 km’yi 9 saatte aşmıştık, çoğu zaman saatte sadece 2 km hızla yürüyebildik ve toplam yürüyüş süremiz aslında 42 km lik 2 maraton bitirmeye yeten bir süre ! Böyle bakınca olayın zorluğu da ortaya çıkıyor. 1050 metreye çıktık ve dağın zirvesi 1200 metreydi. (Toplam Likya Yolu içinde en yüksek rota Tahtalı dağı ve yüksekliği 1800 metre.) Yolun yarısında bir çoban kulübesinde soluklandık ve hanımının yaptığı gözlemeleri yedik, çay ve kahve içebildik. Akşam üzeri dağdan inip Olimpos’a vardığımızda ayak tabanlarımı hissetmiyordum, havanın serin olmasına aldırmadan kendimizi Olimpos’un soğuk sularına bırakınca tekrar hayata döndük diyebilirim.
Olimpos’a tam zamanında gitmişiz, portakal ağaçlarının çiçeklenme zamanında çevreye insanı sarhoş edecek kadar güzel bir koku yayılıyor. Hani güzel bir çiçeğin nasıl koktuğunu duyarız da yanından geçip gitmek zorundayızdır. Bir anlık bir mutluluk yaşatır bize. Oysa burada portakal ağaçları içinde istisnasız attığınız her adımda, her dakika, hatta yattığınız ufacık bungalow yatağında bile bu koku ile uykuya dalıyorsunuz. Hayatım boyunca böyle güzel bir koku duymadım ve uyumadan önce son düşündüğüm şey, keşke şişeleyebilsem, İstanbula götürebilsem ve yazıyı okuyan herkese verebilsem oldu…
Yürüyüşün en güzel taraflarından biri de tüm harcamamızı yörenin köylülerine yapmış olmamızdı. Tamamen yerel halka ait, derme çatma kulübelerden alışveriş yapıp, köylümüzün gözlemelerini,zeytinyağlı yemeklerini yedik, dalından topladığımız portakalların sularını içtik. Bir çok ücra dağ köyünde geçim kaynaklarından biri de yürüyüşçüler. Büyük bir misafirperverlikle karşılanmak bir yana, verecek paramız olmasa da aynı nezaketi göreceğimizden emindik.
Sandal ağaçları Musa dağı geçişimizde sıklıkla karşımıza çıktı. Tütsüsü çok ünlü ve yağı da bir çok parfümün bazını oluşturuyor. Bu kıymetli ağacı yerinde görmek çok etkileyici idi. Ellediğinizde ten hissi veren pürüssüz kırmızı gövdesi ve ağacın burkula burkula büyümesi de ağaç çizmeye meraklı Efe’nin çok ilgisini çekti.Rehberimizin verdiği bilgiye göre yaz aylarında yürüyüş yapanlar ve köylüler her zaman soğuk olan gövdesine sarılarak serinlerlermiş.
Likya yolunu yürürken doğru rotayı takip edebilmek için aralıklarla kayaların üzerine kırmızı beyaz boyalar sürmüşlerdi. Girilmemesi gereken bölümlerde kırmızı çarpı işareti konmuştu. Dikkatli yürüyen herkesin görebileceği noktalardı. Bu işaretlerin dışında rehberlerin kullandığı başka bir yol daha var. Kayababaları denen taşların üst üste konulması ile elde edilen bu işaretle, doğru yolda olduğunuzu ve sizden önce gidenlerin de bu yolu kullandığını anlıyorsunuz. Likya yolunda yürürken karşımıza sürekli başka yürüyüşçüler de çıktı. 2 -3 kişi yürüyenlere veya arkadaş gruplarına rastladık. Ancak bunların arasında bizi en çok şaşırtan sırtında min 25 kg ağırlığı ile yalnız yürüyen bir gezgin kızımız oldu. Bütün sızlanmalarımız ve konuşmalarımız o anda kesilmek zorundaydı. Karşımızdaki gencecik kızın Olimposa ulaşmak için 2 haftası vardı ve sırtındaki ağırlık ile yalnız yürüyordu.!
Maceramızın büyük bölümünde hayvanlarla birlikte zaman geçirdik. Genelde dağ köylerindeki köpekler yürüyüşçülere belli yerlere kadar eşlik ediyor. Bunların dışında, Kabak koyunda odamızın önünde durup kabararak bize geçit vermeyen Hindi Hakkı, Olimposta gecenin birbuçuğunda öterek bizi uyutmayan çilli horoz, Kaş’ta tabaktaki yumurtaları yemek zannederek peşimizde koşturan ördekler, Kayaköy sanat kampındaki çook akıllı Akbaş cinsi köpek Çay, tek başına bağlanmış, mahsunluğu ile bizi çok etkileyen eşek Mahsun, göbek bağı düşmemiş 3 günlük keçi yavruları ve onları sevmemize izin veren anne keçiler, şaşkın bakışlarıyla bizi büyüleyen karakeçi, yolda rastladığımız yeşil tırtıl, yolumuza çıkıp, bizden korkup saklanmadan tembel tembel ot yiyen kaplumbağa ve ormanda seslerine hayran kaldığımız kuşlar… Hepsi bu gezinin bir parçasıydı…
Ormanda etrafımıza da dikkat etmeye çalışarak yürürken kayaların üzerindeki yosunlar dikkatimi çekti. Rehberimizin de aklına çok güzel bir Karadeniz türküsü geldi. Türkünün sözleri öyle güzel ve anlamlı ki paylaşmadan duramadım. “”Bu yalancı dünyada herkes bir eş arar, taşın kalbi yok ama onu da yosun sarar. ” Anadolu insanlarımızın, ozanlarımızın ince ruhlarına bakarmısınız ? taşın üstündeki yosundan böyle bir anlam çıkarabilen kaç millet vardır ?!…
Eski zamanlarda suçlulara hapis cezası yerine yüzlerce kilometre yürüme cezası verilirmiş. Her uğradıkları şehirde ellerindeki kağıdı onaylatarak yolculuklarına devam ederlermiş, ta ki varmaları istenen şehre gelene kadar. Yürüyüşleri boyunca doğrularını yanlışlarını düşünmeleri sağlanır ve kefaretlerini yürüyerek öderlermiş. Yol bittiğinde ceza da biter, bu arada suçlu da büyük bir hayat tecrübesi kazanırmış..
Bunu duyunca uzun mesafe yürüyüşünün gerçek bir terapi olduğu konusundaki fikrim kesinlikle netleşti. Bu yürüyüş, her ne kadar bir rotadan diğerine yapılan bir yolculuk olarak görünse de aslında kendi içimize de yaptığımız bir yolculuktu.. Saatlerce sessizce yürüyüp, vücudun sınırlarını zorlarken, hayatla ve kendimle ilgili çok şey düşündüm. Sonra günlük hayatımdaki her şey yokoldu ve tek düşündüğüm üzerinden rahatça, ahenk içinde geçtiğim taşlara bakmak ve patika sonunda ne göreceğim oldu. Yorulan vücuduma karşılık bütün seyahatlerim içinde sadece Likya Yolu’nda beynim tam anlamı ile dinlendi, bu bir terapi değilse nedir ? İnsanoğlu doğaya ait, bunu düşünerek geri dönmek zorundayız.. Ne çare… ne çare…
“Nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin hiç bir önemi yok.”
-Alice Harikalar Diyarında, Lewis Carrol
Bu yürüyüşü www.baskarota.com la yaptım ve Likya yolunu merak edenler için aşağıdaki haritayı paylaşmasam olmazdı;
Okuyunca, insanın o yolu baştan sona yürüyesi geliyor. Keyifle okudum. Teşekkürler.
Uzak ara şu ana kadar okuduğum en güzel yazın oldu Likya Yolu. Her ne kadar hekesin harcı olmadığını bilsem de bir gün bu yolu yürümek umuduyla…
Nietzsche’nin dediği gibi:
“All truly great thoughts are conceived while walking”
Esra
Yine harika bir yazı olmuş Didemcim kalemine sağlık! Likya yolunu çok merak ediyoruz biz de ancak çocuk büyütürken fırsat bulamamıştık. Şimdi sıpa Efe büyüdü biz de gidebiliriz. Yazın bize ilhan verdi!
Şimdi bir fikriniz olmuştur umarım, sevgiler
Daha çok gez, daha çok yaz. Yazdıklarınla anı yaşatıyorsun.
Ben söz dinlerim 🙂 teşekkürler
Didem cim, her zamanki gibi yaşadıklarını bana da yaşattın.
Nisan ayında güneyin Portakal çiçeklerinin kokusu en sevdiğim doğal parfüm.Ve tabiatın içinde arınmak ,bütünleşmek ,kuşların şarkılarıyla içindeki çocuğa davet ,huzur , mutluluk.
Anadolu’nun misafirsever güzel yürekli insanları….
Gezmeye ve yazmaya devam et lütfen.
Nesrin hanım,siz de çok güzel ifade etmişsiniz. Portakal çiçeklerinin kokusunu en iyi siz bilirsiniz zaten. Düşünceleriniz için çok teşekkür ederim. Sevgiler
Didem hanım, ne yorucu ama güzel bir gezi olmuş .. Klasik seyahatler de iyidir amma bu doğaya ve ‘ağaçlara aşık’ Kişiler için özel ve yapılası bir yolculuk sahiden. Hep duydum ama kaleminiz, anlatımınız ve fotoğraflarınız farklı.
Kokuların ne zaman transfer edilebileceğini merakla bekliyorum
ben de sizin gibi, hem de uzun bir süredir.
Sevgilerle
🙂 beğendiğinize çok sevindim,teşekkür ederim.
Didem hn yine harikalar yaratmışsınız.
???
İyiki varsınız
Sizinle çalışmak bir ayrıcalık