Hikayemiz antik çağda başlıyor… Güneş Tanrısı Helios, Zeus’un huzuruna çıktığında Zeus Helios’a hediye olarak Rodos adasını yaratmış. Rodos için kullanılan “güneşin adası “ deyimi de buradan geliyor. Ege ve Akdeniz’in birleştiği noktada yer alan, yüzyıllar boyunca sayısız uygarlığa eşlik etmiş bu tarihi adanın geçmişi M.Ö 2. yy a kadar uzanıyor. O dönemde dünyanın yedi harikasından biri olan ve Heliosun betimlendiği Rodos heykeli liman girişine inşa edilmiş. Gemilerin heykelin bacaklarının arasından geçerek limana girmesi ve heykelin devasa büyüklüğü ‘nasıl yapılmış olabilir ki ‘ sorusunu da beraberinde getiriyor. Ve şüphelerim haklı çıkıyor; tarihçiler zaman içinde böyle bir heykelin dönemin şartlarına göre yapılamayacağını, depremle yıkıldığı söylenen heykelin bir tek parçasının bile bulunamamış olmasının bunun kanıtı olduğunu söylemişler. Gerçekte hiç yapılmamış olsa da Rodosluların bu heykelin mirasından her fırsatta faydalandığını söylemek mümkün.
Rodos, Ege Denizinde bulunan oniki adaların en büyüğü ve nüfusu 130 bin civarında, bu sayının 2 bin kadarı da Türk. Adanın girişinde 4 km boyunca uzanan Rodos kalesi ise UNESCO tarafından dünya mirası listesine alınmış. Kaleyi gördüğüm anda “nasıl alınmasın ki ? “ diye sordum kendime. Son derece iyi korunmuş, içinde gezenler eğer hediyelik eşya dükkanlarını görmeseler orta çağa ışınlanmış hissini verecek kadar sağlam bir yapı ve gerçekten çok etkileyici. Benim gibi, eski çağlarda geçen, şövalyeli, atlı, savaşlı tarihi aksiyon filmlerini seviyorsanız burada saatlerce harika vakit geçirebilirsiniz. Daracık sokaklarında, karşınıza her an farklı bir yapı, bir tarihi doku çıkabilir. Kumtaşı duvarlara elinizi sürüp zaman yolculuğuna çıkabilirsiniz. Kalenin gerçek sahipleri olan ve Rodos’un tarihinde önemli yer tutan Rodos şövalyelerini merak edince karşıma ilginç bilgiler çıktı ve sonuçta bu yazı, turistik bir geziyi anlatmaktan çok, tarihi bir gizemi paylaşmaya dönüştü. Anlayacağınız yine; nerede ne yenir ? ne içilir ? bilgisi vermiyorum ama devamını okursanız ilgi çekici bir yazı sizleri bekliyor. Bakalım yazının sonunda Rodos kalesini görmek isteyecek misiniz ?…
Söze, Osmanlı imparatorluğu tarafından 390 yıl yönetilmiş bir ada olduğundan söz ederek başlayalım. Ada bu yönü ile Türklerin doğal olarak ilgisini çekse de ben bu konuya kısa değineceğim. Fatih Sultan Mehmet tarafından da kuşatılan ancak alınamayan Rodos nihayet Kanuni Sultan Süleyman döneminde 5 ay süren kuşatma sonunda direnmekten vazgeçen şövalyeler nedeni ile çok sayıda şehit verildikten sonra fethediliyor. 5 ay süren kuşatma ilk bakışta uzun görünmeyebilir ama Osmanlının asker sayısının 140 bin, şövalyelerin sayısının ise sadece 7 bin olduğunu düşünürsek bu savunmanın gücünü daha iyi anlayabiliriz. Osmanlı için Rodos’un fethi en az İstanbul’un fethi kadar önemli çünkü Akdeniz ticaret yolları üzerindeki ada Osmanlı için stratejik öneme sahip. Hatta Kanuni Sultan Süleyman’ın, adayı fethettikten sonra “Bağrımızdaki hançeri çıkardık” cümlesini sarfettiği söyleniyor.
Gelelim asıl konumuz olan Saint- John şövalyelerine. Şövalyeler, 1100’lü yıllarda Katolik kilisesi tarafından önce Kudüs’e daha sonra kutsal hac faaliyeti için Kudüs’e giden hacıların uğrama noktası olan Rodos’a yerleştiriliyorlar ve zaman içinde hastane ve koruma hizmetinden çok askeri güç olarak haçlı seferlerine katılıyorlar. Rodos’un fethi ve Muhteşem Süleyman’ın sözü ve bağışlaması ile adadan ayrılarak bir süre Akdeniz’de gezinen şövalyeler İspanya kralının Malta adasını onlara vermesi ile artık Rodos şövalyeleri yerine Malta Şövalyeleri olarak anılmaya başlanıyorlar. Sonraki yıllarda Osmanlı İmparatorluğu Malta adasını Turgut Reis kumandasında kuşatsa da bu sefer başarılı olamıyor ve Turgut Reis şehit düşüyor.
Yüzyıllar boyunca Rodos’u sonra da Malta adasını yöneten Saint-John şövalyeleri ( bir diğer isimleri de Hospitalier Şövalyeleri) yine yüzyıllar içinde tarikata dönüşüyor. Özünde dini bir örgüt olarak Katolik kilisesine bağlılıkları ile biliniyorlar. Şövalyelerin her biri aslında birer rahip, sofu bir hayat yaşıyor asla evlenmiyorlar yoksulluk, bekaret ve itaat üç önemli kuralları olarak biliniyor.
Şimdiye kadar okuduklarınız uzak tarihten bir parçaydı şimdi okuyacaklarınız ise günümüzden !
Hıristiyan Batının en eski örgütlenmesi olan bu tarikat halen varlığını sürdürüyor ve toprakları olmasa da Birleşmiş Milletlerde sürekli gözlemci statüsüne sahip olarak diplomatik protokolde yer alıyor. Dünyada bağımsız bir devlet statüsünde olan tek gizli örgüt olarak faaliyet gösteren tarikatın günümüzde egemen bir mikro devlet olarak 96 ülke ile diplomatik bağları var ve tabii ki Türkiye bu ülkelerin içinde yer almıyor ! Tarikatın adı 1966 yılına kadar “Malta’nın, Rodos’un ve Kudüs’ün Yüce Askeri Yardımsever Rahipleri Örgütü” ( Sovereign Military Hospitalller Order of St. John of Jerusalem, of Rhodes and of Malta) olarak geçiyor. Avrupanın bir çok başkentinde görevli delegeleri var. Merkezi tabii ki Katolik Hıristiyanlığın merkezi olan Roma’da ve örgütün 10 bin üyesi var. Günümüzde ise sadece hayır ve sağlık işleri ile ilgileniyorlar !.. Şimdiki büyük üstadları Andrew Willoughby Bertie, İskoç kraliçesi Mary’e dayanan bir soya sahip. Zaten örgüte üye olabilmek için ailenizin en az 300 yıllık tarihini ve Hıristiyan soyunu kanıtlayabilmeniz gerekiyor. Önceleri sadece Katolikleri üye alan örgüt daha sonra protestan ve ortodoks üyeleri de kabul etmeye başlamış. Örgütün, Almanya’nın 2. Dünya savaşını kaybetmesinden sonra yüksek rütbeli Nazi subaylarının kaçışına yardım etmesi gibi komplo teorilerine konu olmuş çok sayıda faaliyeti olduğu söyleniyor. Ben yazımda bu teorilerden uzak durarak sadece gerçeklere yer vermeye çalıştım.
Sonuçta, Rodos kalesini yapanları merak edip öylesine yaptığım araştırma, beni, varlığını bugün bile sürdüren bir örgüte götürdü. Kafamda deli sorular var. Bu örgütün devam etmesinin başlıca sebebi Muhteşem Süleyman’ın yüce bağışlayıcılığı mı ? Şövalyeleri affederek tüm mal varlıkları ile adadan ayrılmalarına izin vermese ve hepsini kılıçtan geçirse bugün yaşadığımız dünyada yaşar mıydık ? Sonra kafamda bir anda bir sahne canlanıyor. Saint -John şövalyelerinin direnişten vazgeçmeleri ve Rodos adasından ayrılırken gemilerinin içinden Rodos’a son kez bakarken ne düşündükleri ?… Üç yüzyıl boyunca Rodos’u yöneten şövalyeler bu vazgeçişin onur kırıcı olduğunu düşünmüşler miydi ? Sonra aklıma Hermann Hesse’nin ünlü sözü geliyor. “Bazılarımız dayanmanın bizi güçlü kıldığını zanneder ama bazen bizi güçlü yapan bırakmaktır.”
Didem hn yine muhteşem bir yazı olmuş.Ben de eski şovalyeli savaş filmlerine bayılırım ?
Son cümleyi alıp cebime koydum.Zamanlan müthiş:)
Ve evet Rodos Kalesi’ne gidip şövalyelerin sihrini görmek şart oldu müthiş anlatımından sonra?